Hangimiz şöyle sözler duymadık ki; ”Sen benim ne hissettiğimi nereden bileceksin?” ”Kadınları anlamak çok zor” ”Bir kadın için gece ıssız bir sokakta yürümenin zorluğunu ancak başka bir kadın bilebilir.”  Empati yapmak karşımızdaki kişinin ne düşündüğünü ne hissettiğini nasıl bir deneyim yaşadığını anlamamız için yeterli değil mi? Yoksa birisini gerçekten anlamak için ”o” mu olmalıyız? Eğer birisini sadece aynı deneyimleri yaşayabildiğim zaman anlayabiliyorsam, doğal olarak birisini anlamak için onunla aynı olmam gerekiyor. Burada aynı deneyimleri yaşamak en iyi ”anlama” tezi olarak görülürse bu durumda en iyi bildiğimiz şey yine kendimiz oluruz.  Neden? Çünkü bir deneyimin doğası o deneyimi yaşayan kişinin doğasının fonksiyonudur. Bu durumda evet birini anlamak için gerçekten o olmalıyız tezi tutuyor.

Peki, bu tezi çürütmek için şu soruyu kendimize sorabilir miyiz? Bu yargı başkaları gibi olmak ve onların deneyimlerini taklit usulü paylaşmakla delinemez mi? Yani, tekerlekli sandalyede hayatını sürdürmek zorunda olan bir bireyin hislerini, günlük yaşam deneyimlerini anlamak için biz de tekerlekli sandalyede bir süre yaşamaya çalışabiliriz. Evet bu mantıkla engelli bireylerin neler yaşadığını anlayabilmek için onlar gibi yaşamak onlarla konuşmak, aynı havayı solumak ve aynı edinimlere sahip olmak yeterli görünüyor. O zaman bu yöntem başkalarının deneyimlerini yaşamanın ve dolayısıyla onları anlamanın en iyi yolu olabilir mi? Galiba bu sorunun cevabı kesinlikle hayır. Çünkü engelli numarası yapmak ne denli gerçekçi olursa olsun gerçekten tekerlekli sandalyeye bağımlı değiliz ve eninde sonunda ondan kurtulacağımızı biliyoruz. Oysa ki gerçek engelli bir birey ondan asla kalkamayacak. Bu durumda Başka birisinin aynısı olamayacağımızı varsayarak şöyle soralım; başkalarıyla aynı deneyimleri yaşamak için yeterince onlar gibi olamaz mıyız? İstanbul’da, İzmir’de ve Ankara’da metropolde yaşayan birileri Anadolu’daki bir köyün mezrasında gidip kısa bir süre yaşayabilir. Bunu mezrada yaşayanlarla beraber deneyimleyebilirler. Ancak İstanbul’dan gelen bir bireyin mezra deneyimi sadece mezrada yaşayan kişilerden değil, İzmir veya Ankara’dan gelen bireylerin herhangi birisinin mezra deneyiminden de çok farklı olacaktır.  Deneyimlerimiz sonsuz karakteristik özelliklerimizle şekillenmektedir. Bu üç ilden gelen kişilerin dinleri, dilleri, kilo oranları, cinsiyetleri birbirinden farklılık göstereceği için deneyimler bu noktada da farklılık gösterecektir. Nihai olarak deneyimlerimizi sadece bizler yaşayabiliriz diyebiliriz. İşte bu yüzden bu yöntem de beni ikna etmedi ve bu soruyu birkaç arkadaşıma daha sordum. ”Birisini anlamak için o mu olmalıyız?”

İçlerinden avukat olan arkadaşım verdiği cevapla aslında yepyeni bir sav, bir makale konusu ortaya attı. Kurduğu cümle şuna benzer bir şeydi ”Birisini anlamak için illa ki ”o” olmak gerekir mi bilmiyorum ama en azından onu anlamaya çalışmaya değmez mi?”  Evet sanırım bu nokta çok önemli.. En azından çabalamak. Bir insanın içinde olduğu durumu anlama çok zor olsa iple bunun için bir adım atmış olmak bile karşımızdaki için çok değerli olabilir. Bu durumu da karşımızdaki kişinin bizim yaklaşımımıza olan tepkisi ile anlamak mümkün olabilir.  Bunu anlamak için bir projemiz için de gündemimde olan Darülaceze’ye gidip oradaki bakıma muhtaç yaşlıların yaşam alanlarını deneyimlemek, onlarla konuşmak onları anlamak istedim. En azından avukat arkadaşımın da dediği gibi anlamaya çalışmak hislerine ortak olabilmek onların yaşam alanlarını deneyimlemek onları anlamak için bir çabalama olacaktı. Onları gerçekten hissetmek anlamak istedim. Onlar için bir şey yapmak farkındalık yaratmak istedim. Evet gerçekten onların ne zorluklar çektiklerini yüzlerce kez de oraya gitsem kesinlikle anlayamayacağım ama sanırım onları anlamaya çalışmak başlıktaki sorunun cevabını bana verecek…