Zamanımız dışarıda öldürücü etkisiyle koronavirüs (Covid19) tehlikesi, içeride ise tutsaklık hissi ile geçiyor şu günlerde. Camdan dışarı bakıp, eskiden bize sıradan gelen ama şimdilerde en büyük hayallerimiz olan sokağa çıkmayı, belki İstiklal Caddesi’nde kalabalığı yararak yürümeyi, belki de boğazda bir vapur yolculuğunu hayal eder olduk. Eski özgür günlerimizin ne kadar güzel, ne kadar bağımsız ve sınırsız olduğunu anladık. Peki ya hangi özgürlük?

Sabah 07:00 alarm çaldı. Hemen kalk, elini yüzünü yıka, dişlerini fırçala. Vakitten kazanmak için bir önceki akşamdan hazırladığın kıyafetlerini giy. Kahvaltıyı yolda halledersin. Çabuk olmak lazım, servis kaçabilirdi. Ofise gir, öncelikli işlerini hallet sonra toplantı. Yöneticilere rapor ver. Öğle arası. Yemek kartının günlük bakiyesi belli. Hesapla, ona göre fiyat performans belirle. Sonra işe dön, yeter bu kadar dinlendiğin. Tekrar toplantı yapalım çünkü sabah işler sonuca varmamıştı. Akşam saat 18.00. Paydos. Eve gidip dinlenmek en büyük arzumuz ama öncelikle trafiği atlatmamız lazımdı. Yolda giderken en büyük keyfimiz betonlaşma manzaralarını seyretmek, reklam panolarını okumak, yanar dönerli tabelaları saymaktı. Keza doğadan bir parça görmek oldukça zordu. Sonunda eve gelmiştik. 8 Taksitle aldığımız televizyonun başına geçtik. Reklamlar. İşte hayallerini kurduğumuz 36 aya kadar vade imkanı ile ödeme fırsatı sunulan o araba. Ama önce çocuğun okula başlayacağı yıl bitecek olan konut kredisi vardı. O bir bitsin zaten o zamana kadar bu arabanın fiyatı düşer. Çocuk… Anne ve babasının günde ancak 3-4 saat vakit geçirebildiği çocuk. Kendimizden çok onun hayatını düşünmeye başladığımız çocuk. Hayatı, evreni, doğayı anlamayı, kendini gerçekleştirmenin ne olduğunu öğrenmesini istediğimiz için eğitim sisteminin içine yerleştireceğimiz, belki de ülkenin en iyi üniversitelerinin birinden mezun olup sadece çarkın bir dişlisi haline gelecek çocuk. Sanatın, sporun, kültürün sadece belli bir kesimden yararlanabildiği, geri kalanın sistemin yeni çarklısı haline geldiği dünyamızdaki o çocuk. Neyse gece yarısı olmuştu neredeyse. Yarın tekrar bugünü yaşayacağımız o döngüye girmek için uykumuzu almamız lazım. 


Hepimizin birer mucize olarak geldiği bu evrende yıllar içinde tersine evrim ile o kadar küçük ve önemsiz insanlar haline gelmemiz, dünyayı değiştirebilecek gücü kendimizde hissettiğimiz okul sıralarından, dünyanın bizi değiştirdiği iş hayatlarına… Hayata karışmak üzere çıktığımız sokaklarda ve caddelerde nereye gideceğimize belirleyen yollar, nereye kadar gidebileceğimizi belirleyen kağıt parçaları ve kartlar… Sonsuzluğu hayal edebileceğimiz yerde düşüncelerimizi esir alan sistemin dayattığı kurallar, insanı ve evreni anlamak yerine büyük hayallerimizi erteleten küçük ekranlar… 


“Akıl sana ait değilse, ruhun özgür kalamaz” diyor Friedrich Nietzsche. Gerçekten aklımız bize mi ait? Hür irademiz gerçekten ne kadar hür? Yoksa özgürce düşündüğümüz, özgürce eylemlerde bulunduğumuz gerçekleri birer yanılsamadan mı ibaret? Hala George Orwell’ın 1984’ünü mü yaşıyoruz? Karantina bitecek. Ev mahkumiyetlerimiz sonra erecek. Tekrar sokaklarda, caddelerde,özgürlük yolunda yürüyecek, boğazın enfes manzarası ve tenimizi okşayan rüzgarında vapurla kıta değiştireceğiz. Tekrar özgürce istediğimiz gibi yaşayacağız hayatı. Ya da büyük bir mahkumiyetin içinde bizim için önceden belirlenmiş küçük özgürlük alanlarına döneriz. Belki de hepimizin dışarıda birer mahkum olduğu dünyada yaşamaya devam ederiz!