Dostoyevski adını duyunca aklımıza hemen ‘Suç ve Ceza’ gelmez mi? Gogol’u duysak ‘Palto’, Camus ile ‘Düşüş’, Milan Kundela ile ‘Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’… Ve İspanyol yazar Marquez’i duyunca, tabi ki ‘Yüzyıllık Yalnızlık’.
Adı geçen yazarların her biri birer sanat dehası ve kuşkusuz hepimiz en az birine hayranlık duyuyoruz. Fakat söz konusu favori kitaplarımızsa hepimizin cevabı ortak mı olmak zorunda? Söz gelimi biraz önce Dostoyevski’yi duyunca sizin aklınıza ‘Karamazow Kardeşler’ geldi, belki de ‘Kumarbaz’ canlandı gözünüzde.
George Orwell hakkında konuşulan bir ortamda mesela, herkes ‘1984’ ‘ü överken siz yüksek sesle ”Tabi ki hayır, bence kesinlikle ‘Hayvan Çiftliği’ çok daha iyiydi.” demek istediğiniz olmadı mı?
Ya da herkes Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ kitabına methiyeler düzerken sizin içinizden ”Kırmızı Pazartesi’ kitabını kimse okumadı galiba.’ demek geçer ama susarsınız. İşte bu yazı siz artık susmayasınız diye yazıldı:) Hiç düşündünüz mü, belki de o eşsiz cümlelerin yazarı da bu konuda sizinle aynı fikirdedir. Bu sorunun cevabı Can Yayınları’nın 1982’de basılan ‘Kırmızı Pazartesi’ kitabının ön sözünde gizlidir.
Şimdi gözlerimizi kapatalım ve 1 Mayıs 1981’e gidelim. Gabriel Garcia Marquez’in , son romanı ‘Kırmızı Pazartesi’; Meksika, Kolombia, Arjantin ve İspanya’da yayımlandığı yıllar. Marquez bununla ilgili İspanyol gazetesi El Pais ile roportaj yapıyor ve ”Bu benim en iyi romanımdır.” diye bir cümle kuruyor.
Söyleşiyi yapan ünlü gazetici Jesus Ceberio, oldukça şaşırmıştır ve bu cümlenin üzerine şöyle gider;
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ adlı romanınızın kazandığı başarıdan sonra şimdi yayımlanan romanınız için ”Bu benim en iyi romanımdır.” demeniz biraz sakıncalı olmuyor mu?
Her zaman bir yazar yazdığı en son romanının en iyi romanı olduğunu sanır. Benim de bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar,yazılırken yazarın elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romandaki kadar ipleri elimde tutamadım.Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir yapıt bu. Üstelik de çok kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ değil de ‘Albaya Mektup Yok’ adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanım ‘Kırmızı Pazartesi’ olduğunu sanıyorum.
Eleştirmenlerin sizin bu görüşünüzü paylaşacaklarını sanıyor musunuz?
Eleştirmenler için bir şey diyemem. Ama okuyucuların benimle aynı kanıda olacaklarından hiç kuşkum yok.
Bu kadar Latin Amerika’ya özgü bir romanla öteki kıtalarda kazandığınız başarının nedenini açıklayabilir misiniz?
Bunu ‘gerçek’ kavramında yanılmayışıma ve Latin Amerika gerçeğini herkesi etkileyebilecek bir içtenlikle yorumlayışıma borçluyum. Bu da, küçük bir Alman kasabasında ve kendi diline çevrilen kitaplarımı okuyan,anlattığım öykünün kendi köyünün bir öyküsü olduğunu bana yazan kadından mektup almak gibi sürprizli sonuçlar doğuruyor. Bu da benim anlayamadığım bir şey.
Kimsenin okumaya değer bulmadığı bir kitabı da sevebilirsiniz, herkesin büyük bir iştahla okuduğu kitabı sıkıcı da bulabilirsiniz. Unutmayın, edebiyat zevkiniz ‘bestseller’ kitaplarla örtüşmek zorunda değildir. Kaldı ki bazen insanlar hakkında çok da bilgi sahibi olmadığı bir kitabı sırf çok popüler diye fazlasıyla övme eğilimindedirler. En iyisi siz kimsenin, en azından okuyacağınız kitaplar konusunda, sizi eleştirmesine izin vermeyin ve edebi zevkinizi kendiniz oluşturun.
Fakat ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ı okumayan kitap okuyorum demesin abi yaağ! 🙂